LİVANELİ'YE AÇIK MEKTUP

BELGESEL ÜZERİNE

    20 yıl kadar önce, e-posta ile sıkça Livaneli’ye mektuplar yazdığım, zaman zaman da karşılıklı yazıştığımız günlerde, Zülfü Abi, “Neden bunları kişisel yazışmalarda harcıyorsun, yayınlasana.” diye önermişti. Yaşar Kemal’in Deniz Küstü romanı üzerine düşüncelerimi yazdığım bir mektuptan sonra demişti bunu. Ve benim “yayınlamak”, “yazar olmak”, “okura ulaşmak” gibi kavramlar hakkında hiçbir bilgimin ve ilgimin olmadığını anlayınca, “Dur, ben halledeyim.” demişti. Böylece, Vatan Gazetesi’nin kitap ekinde yazmaya başlamıştım. Sonra öykülerle, romanlarla ilerledi bu yol.

    Memleketin bütün okuryazarlarına, farkında olduğumuz ve olmadığımız çeşitli biçimlerde etki etmiştir Livaneli. Bana etkisi, biraz da, yaşadığım, düşündüğüm, okuduğum her şeyi ona anlatmayı tasarlamamdan dolayı oldu. Oluyor. Gerçi düşündüklerimin çoğunu yazma fırsatı bulamıyorum, zaten gereksiz meşgul etmekten de çekiniyorum, oldukça seyrek yazıyorum, ama her deneyimimi ona anlatmayı düşünerek yaşamak, galiba düşüncelerimin gelişmesi açısından bana çok fayda sağladı.

    Nebil Özgentürk’ün geçen gün izlediğim Livaneli belgeselinden sonra da Zülfü Abi’ye bir mektup yazmaya başladım. Sonuna geldiğimde, 20 yıl önceki “yayınlasana” uyarısı geldi aklıma. Ve hayatımda ilk kez, belki biraz kişisel algılanabilecek bir metin yayınlamaya karar verdim.

    Değerli Dostlar, izlediğim belgesel üzerine düşüncelerimi, aşağıda, “Livaneli’ye açık mektup” biçiminde dikkatinize sunuyorum:

***

    Sevgili Zülfü Abi,

    Her şeyden önce, böyle bir belgeselin çekilmiş olması çok önemli. Çok da güzel olmuş, anladığım kadarıyla izleyenlerin hepsi beğendi, heyecanlandı.

    Nebil Özgentürk’ün, kişisel konuları toplumsal ve tarihsel boyutuyla ele alışını eskiden beri seviyorum. Anlatımına ölçülü bir duygu da katarak güzel etkiler yaratıyor. Bu sefer, öncekilerden biraz daha fazlaydı duygu yükü, ama hiç şüphe yaratmayan içten üslup sayesinde “duygusallık” tuzağına düşmeden kotarmış.

    Olumlu görüş belirtilecek daha birçok yönü var kuşkusuz. Sahiden eline sağlık, Nebil Özgentürk’ün ve emeği geçen herkesin. Ama her zamanki gibi eleştirel yaklaşımla analizler yapmaya çalışmamı tercih ettiğini biliyorum ve içimden gelen olumlu yorumların çoğunu atlayarak devam ediyorum… (Zaten alışkınsındır benim ukala düşüncelerime. :-) )

    İlle de “daha iyi olabilirdi” türünde bir söz etmem gerekseydi, ne derdim diye düşünüyorum… Sanırım, “Tez ileri sürme/savunma yönü biraz eksik kalmış.” gibi bir şey derdim.

    “Livaneli müziği, herhangi bir yönlendirme olmadan halkın iradesiyle yaygınlaştı”, 

    “Livaneli romanlarını okurlar heyecanla ve inanılmaz bir kitlesellikle sahiplendi.”,

    “Ülkenin ve dünyanın en büyük ustaları, Livaneli’yi kendi aralarındaki, hatta gelmiş geçmiş büyük ustaların arasındaki bir sanatçı olarak kabul ettiler.”

    Buna benzer gerçekler, etkili biçimde anlatılıyor. Ne var ki, bunlar daha çok bilgi olarak veriliyor, neden öyle olduğu pek analiz edilmiyor. Analiz yönü eksik kalınca da, biraz “övgü/hayranlık anlatımı” izlenimi oluşuyor.

    Daha önce çok anlattım; memlekette kitle iletişim iktidarı oluştuğunda, halk onayıyla ortaya çıkan Livaneli’yi önlemekte geç kalmıştı. Medya çağında (modern) halk değerlerinin temsilcisi konumu buradan ortaya çıktı.

    Romanlarının inanılmaz oranda karşılık bulması ise, bence, “Livaneli düşüncelerinin bölümlendirilemeyişi” ile açıklanabilir. Siyasal düşünceleri kültürel konularla, varoluş anlayışı günlük hayattaki ufak ayrıntılarla, sanatsal düşünceleri sosyolojiyle, psikolojiyle iç içe geçiyor Livaneli’nin. Bu nedenle, düşüncelerini anlattığı kitaplarını editörler belli başlıklar altında bölümlere ayıramıyorlar. Bu yönü, başta Serenad ve Huzursuzluk olmak üzere, bütün romanlarında, bütün sanatında, belki kimsenin farkına varmadığı ama hissettiği bir güven duygusu yaratıyor. Günlük hayatında bazı konulara tepki gösterecek okur, aynı konuyla Livaneli yapıtlarında karşılaşınca daha bütüncül bakabiliyor. Okurlar kafasındaki koşullanmaları, Livaneli anlatımının bu niteliği sayesinde aşabiliyorlar.

    Elbette sadece bu açıklamaz, Livaneli kitleselliğini. Aynı anlayışla başkası yazabilse aynı kitapları, herhalde aynı sonucu alamazdı. Bu üslubun, bu sanat anlayışının bir simgesine dönüş olmasının da etkisi var. Yani kitle iletişim iktidarının engellemeyi yetiştiremeden önce, bu sanat anlayışıyla halktan kabul görüp, o anlayışın bir simgesi olarak varlığını sürdürmek…

    Tez savunma yönü yeterince belirmeyince, anlatılanların biraz kişisel algılanma riski de oluşabiliyor. Biliyorsun; ister gerçek ister hayali, ister ünlü ister sıradan, herhangi bir kişinin yaşadıklarını, sadece onunla ilgili olmayı aşarak, akıp giden hayatın hikâyesi niteliğinde anlatarak yaratılıyor, sanatsal değer.

    Bir belgeseli değerlendirirken böyle laflar, biraz soyut kalıyordur tabii. Daha somut şeyler de söylemeye çalışayım…

    Filmin giriş sahnesi çok çarpıcı. Sinema ve düşünce açısından öyle de büyük bir beklenti yaratıyor ki… Henüz pek kimsenin tanımadığı hapisteki genç Zülfü ile 2020’lerin Livaneli’sinin karşılaşması. Livaneli’nin kendini tanıtmadan genç Zülfü ile sohbet etmesi. Borges’in bir dere kenarında kendi gençliğiyle karşılaşıp görüşmesi gibi fikirlerin, doğru yerde ve bir anlam zenginliği yaratacak biçimde kullanınca, ne büyük anlatı olanakları yarattığını görmüş olduk.

 

 

    Genç Zülfü, yaşadığı korkunç koşullardan ve kişiliğindeki duyarlılıktan dolayı, adeta bir ruhsal çöküntü yaşıyor. Bilge Livaneli ise, zaman ve mücadele kavramlarının önemini vurgulayarak, hayattaki her zorluğa direnmenin önemini hatırlatıyor, genç adama moral veriyor, o günleri atlatacağını anlatıyor. Tam o anda, belgeselde olmayan bir sahne canlandı gözümde:

    Dönemi ve coğrafyayı aşan nitelikleriyle Livaneli, henüz kendi hayatı hakkında yeterli bilgisi olmayan genç Zülfü ile 1972’de, hapishanenin görüşme alanında konuşurken, 25 yıl sonrasından sesler duyar. 1997’deki Hipodrom konserinde, yüz binlerce insanın inanılmaz başarılı bir koro halinde söylediği şarkılar gelmiştir, hapishane duvarlarını kuşatmıştır. O anda biz de o konser meydanına, 1997’ye geçeriz. Hapishanenin görüşme alanındaki Livaneli’nin sesini, milyon kişilik o konser alanında dış ses olarak duyarız. “Bak delikanlı, ben senden büyüğüm, deneyimliyim; insanlara öğüt vermeyi sevmem ama tek bir öğüdüm olsun sana: Asla umudunu kaybetme. Umut, iyimserlik değildir. Her şeyin kendiliğinden iyiye gideceğini sanmak değildir. Direnmektir, mücadele etmektir, insanları mücadeleye çağırmaktır. Ve insanlara inanmaktır. Sen iyi işler yap ve insanlara güven, seni anlayacaklarına güven.”

    Sonra tekrar hapishane duvarlarından geçerek görüşme alanına döneriz. Genç Zülfü, biraz da kendini sorgulayan bir ifadeyle, “Haklısınız galiba.” der, ihtiyar adama. “Nazım Usta’nın sesini duyar gibi oldum, sizi dinlerken. Hani diyor ya, o duvar, duvarınız, vız gelir bize vız!”

    Ve ihtiyarla vedalaşıp koğuşa dönerken, genç Zülfü mırıldanır: “Şuradan bir kurtulursam, belki bir gün Nazım şiirleri bestelerim.”

    Bütün iyi sanat çalışmaları anlattığından fazlasını anlatır ya, Özgentürk’ün belgeselinin ilk sahnelerini seyrederken, zihnimde böyle görüntüler de oluştu.

    Aynı şekilde, hapisteki Zülfü’nün yaşadığı korkular, işkence hazırlıkları sırasında içinde kopan fırtınalar, daha önemlisi, bu düzen bekçilerinin düşünce ve sanat düşmanlığı, çok başarılı verilmiş. İşte “Sıkıcı olmadan sıkıntıyı anlatmak.” veya “Okuru/izleyici bunaltmadan bunalım konusunu işlemek.” böyle olur diye düşündüm. Yönetmen Nebil Özgentürk’ün ve oyuncu Mert Fırat’ın olağanüstü başarısı!

    Ve biraz da kendi kendime, acaba bunlara bir de direniş teması eklense iyi olur muydu diye düşündüm. Sonraki sahnelerde, 1970’lerin sonunda, 12 Eylül 1980 sonrasında falan, belki o günleri anabilirdi belgeseldeki Livaneli. Öylesine dehşetler yaşamış olduğu halde, onlardan öylesine korkmuş, acılar çekmiş olduğu halde, doğru bildiği işleri yapmaya devam ettiğini vurgulamak iyi fikir olur muydu acaba?

    Ama o kadar çok konu işlenmiş, o kadar önemli ayrıntılar, o kadar güzel verilmiş ki film boyunca, süreyi daha da uzatmadan, neresini kısaltıp bu dediğim temaları katabilirdi yönetmen? Bunun yanıtı bende yok elbette.

    En büyük zorluğun elemek olduğunun farkındayım. Hele bu kadar büyük konular ve böylesine zengin bir hayat anlatılacaksa…

    Bu arada, içeriğine ve bakış açısına ek olarak, özellikle bazı sahnelerin görselliği çok etkileyici. İzlediğim için, daha önemlisi, böyle bir çalışma yapıldığı için çok sevindim.

    Nebil Usta’ma ve hayranlıkla izlediğim Mert Fırat’a selamlar Zülfü Abi.

    Saygılarımla,

    Zafer

 

 

 

 Zafer Köse     

 

HATIRDAN GİDER SATIR'DA KALIR